birsan alüminyum
Yusuf Kaplan
Köşe Yazarı
Yusuf Kaplan
 

Özbekistan keşifleri ve mükâşefeleri: Buhara, bizi çağırıyor… (2)

Aşk-ı Turkuaz ile Özbekistan’a yaptığımız unutulmaz seyahati Seyfullah Yiğit kardeşimin akıcı, düşünceye daldırıcı, tarihi keşfederken aslında kendimizi ve geleceğimizi keşfettirici tahayyül gücünden okumaya devam ediyoruz bugünkü yazıda da. TARİH’E GİRMEK VE TARİHİ BUGÜNE GETİRMEK… Urgenç’ten Hive’de yer alan hotelimize geçiyoruz… Biraz istirahat ettikten sonra açık müze gibi duran Hive’de seyahat etmeye başlıyoruz. Bu arada rehberimiz Yıldız kardeşin de heyecanı gidiyor, mahir bir rehber olduğunu hemen fark ediyoruz. Tabii Yusuf Hocamızın etkisiyle olsa gerek grup arasında çok çabuk bir ünsiyet oluşuyor. Tek bir vücut gibiyiz sanki.  Tarihî bir şehir’e, şimdi içinden çıkıp gelen değil de sanki tarihin içinden çıkıp gelen ve tarihî bir şehir olduğu halde ruhunu kaybeden Hive’ye yeniden tarihteki ruhunu vermeye gelmiş gibiyiz…  Böyle bir neşve hâli var üzerimizde. Bu neşveyi henüz Hive’de yakalayabilmiş olmak çok güzeldi gerçekten. Çünkü bazen ruh ve beden aynı anda seyahat etmiyor. Beden olarak gittiğiniz yere ruh olarak gidemeyebiliyorsunuz. Biz Hive’deydik her birimiz ayrı ayrı ve yek vücut olarak…  Tabii şehrin her tarafı tarihî eserlerle dolu. Oradan çıkıp oraya, şuradan çıkıp oraya gidip geliyoruz. Fotoğraflar çekiliyor. Güneşten yanıyoruz. Ama şikâyet etmiyoruz; derdimiz, ölü tarihi diriltip kendine getirerek yarınlarımızı inşa edecek bir hikâye inşa etmek çünkü. Hive’de çok güzel bir Cuma namazı eda ediyoruz. Çok sade bir makamla ezan okunuyor. Çok sevdim ezanı. Hoca da çok sevmiş olmalı ki, videoya almamı söyledi.  Tesbihat sonrasında cemaatin en yaşlısının dua etmesi dikkatimi çekti. Bunu şöyle yorumladım: En azından cami içinde en büyük olana değer verilerek Müslüman cemiyette yaşlıya, büyüğe verilen önem, hürmet bir şekilde diri tutulmuş oluyor. Ayrıca beli bükülmüş ihtiyarların öncülüğünde Allah’a(cc) niyazda bulunmak daha çok rahmete de vesile olurdu.    Namaz sonrası yemeğe geçiyoruz… Yemek adları çok komik -bize göre tabii. “Mal göçtü” gibi adları var. Bize de muhabbet oldu. Mal göçtü, dana göçtü gibi… İkindi namazımızı Cuma mescidinde kılıyoruz. Buralar on yıllarca Sovyet etkisinde kalmış. Bağımsızlıktan sonra bakir kalan bu bölgeler farklı kültürlerin tesirine açık hale gelmiş. Suud ve İran kültürlerinin etkisini görmek mümkün. Tesbihatlarda Suud etkisi, Cuma Mescidi adlandırması da İran etkisinin eseri.  Ciddi bir dinamizm olduğunu ifade etmeliyim ancak bu dinamizmin sağlıklı bir şekilde harekete geçirilmesini mümkün kılacak, İslâmî duyarlılıkları gelişkin bir entelektüel kuşağın olmadığını da söylemeliyim.  Şimdi şehrin kale kapısından girince Müslüman bir şehirde olması gereken o dokuyu; Peygamberden izler… görebiliyorsun. Ancak bunun farkında olmadan yaşayan insanlarca şehrin ölüme terkedildiğini şehre şehrin kimliğiyle baktığında da görebiliyorsun… işte bu çok hazin bir şey…   İZ’İN İZİNİ SÜRMEK… Hive’de de yalnızdık yani… yapayalnız! Evet, bütün o güzel, içten yaklaşan insanlara rağmen yalnızdık. Çünkü onlar farkında olmadan içinde yaşadıkları şehirde, şehrin tarihi dokusunu korumalarına rağmen şehrin ruhunu hissetmeden yaşayan ve böylece şehri tarihe esir eden “yok-insanlar”dı. Aslında biz de tam olarak bunun için burada değil miydik? Tarihin yapıldığı yere yeniden tarih yapmak için tarihî bir seferdi gayemiz. Cuma günü Hive’yi bitiremediğimiz için cumartesi günü de devam etmiştik sabahtan. Ancak cumartesi biraz daha farklı bir tarzla seyahat etmeye başladık. Elimde defter, kalem dolaşmaya ve grubumuzu bazen uzaktan temaşa ederek notlar almaya başladım. Benim meselem rehberin anlattıklarının tümüne dikkat kesilmek değildi. Asıl hikâyenin izini sürebilmekti meselemiz… az, öz bilgi ve daha çok tefekkür… Pehlivan Mahmut’un kabir ziyaretine gitmedik Yusuf Hoca, İsrafil abi ve ben. Grubumuz heyecanla döndü oturduğumuz yere ve çok şey kaçırdığımızı söylediler. Oysa biz çok derin bir sohbet gerçekleştirmiştik. Fıtrî bir akışla gelen çok derin bir sohbet. Ağaç gölgesinde oturmuş, Hive’yle belki de ilk defa bu kadar yakın temas kurmuştu ruhlarımız, böyle bir hal ile muazzam bir sohbetti o sohbetimiz… Pehlivan Mahmut bizi anlayışla karşılayacaktı eğer sohbetimize iştirak edebilseydi. İnanın bunu Pehlivan Mahmut’tan duyar gibiyim: “Bu sohbetinize değdi dostlar… bizlerin de hayattayken yapmak istediği şey aslında bu ruhu, sizin oluşturduğunuz bu ruhu oluşturmaktı. Sizler bizlerin mirasçılarısınız…” derdi. Bizler de inşaallah âmin diyoruz.   Hive’de o ağacın gölgesinde üç boyutlu yaşayabilmenin mümkünlüğü üzerine sohbet ettik. Dünü, şimdiyi ve geleceği hep birlikte yaşayabilmek… Ancak bu şekilde Hive gibi kadim şehirlerimiz yaşayan ölü şehir olma durumundan kurtulabilirler. Hive’den ayrılırken, henüz kale kapısına varmadan şöyle düşündük. Necip Fazıl burayı görseydi muhtemelen tek bir şiirle Hive’yi ölümsüzleştirirdi. Üstat, sahip olduğu o aşkın ruh haliyle Hive’yi alır o tarihteki ruhuna girdirirdi şimdinin içinde… BİZ HİVE’Yİ TERKETSEK DE, HİVE BİZİ TERKETMEZ! Evet, şehrin girişindeyiz. Yine ayrılmak için. Bekliyoruz bu tarihî kadim şehir’e elveda demek için. Mustafa Hoca’yla Yusuf Hoca sohbet ediyor. Ben ise onların seslerinin verdiği dinginlikte şehrin kapısında şehre girenleri seyrediyorum şehrin tarihinde! Savaşlar… göçler… kervanlar… ile oluşan şehrin her anlamdaki zenginliği üzerine tefekkür ediyorum…   Şehrin kapısının sağında şehir surlarının önünde üç develik bir kervan. Başlarında kervancı başı. Ortadaki devenin üstünde bir adam, elinde kitap… okuyor mu? Yazıyor mu? Okuyor gibi… bu heykel kervan beni, tarihin bir kesitinde kendisine şu soruları soran birine/kendime götürdü! Ben kimim? Neredeyim? Burada mıyım? Hayır! Orada mıyım? Hayır! Yusuf Hocamın ifadesiyle, bizler üç zamanı da yaşıyoruz aynı ânda… üç zamanı da yaşayan ya da yaşamaya çalışan çilekeşler… Hâlâ Hive’nin şehir kapısındayız. Şehrin girişinde oturan Yusuf Hocamın çaprazında bir ağaç gölgesine geçtim. Onu temaşa ediyorum ondan habersiz bir şekilde. Şu hisler döküldü kâğıda… Harezm bölgesindeyiz. Bu güzel şehrin kapısında oturan ve bütün ümmetin sorunlarını omuzlayan adamın, kapısında tevazuyla gölgelendiği şehirdeyiz. Ben, seyyah Seyfullah, İslâm ümmetinin yükünü omuzuna almış adamın çaprazında çimenlerin üstünde bir ağaç gölgesindeyim. Büyük savaşçı, kalemi ve fikirleriyle ümmetin önünü açmak için savaşan Yusuf Kaplan’ı temaşa ediyorum. Onunla tarihe giren Müslümanları seyrediyorum. Şimdiden istikbale bir kapı açtık tıpkı kapısında durduğumuz Hive’ye açılan kapı gibi… Hive’den Buhara’ya otobüsle geçeceğiz. Yaklaşık 6-7 saatlik bir yolculuk olacak. Yol boyunca da güzel anılar biriktirdik. Yine birçok not aldım yol boyunca. Şöyle diyerek Hive’den ayrılıyoruz: Biz Hiveniniz, Hive bizim. Biz Hive’yi terk etsek de Hive bizi terk etmez.
Ekleme Tarihi: 23 Ağustos 2023 - Çarşamba
Yusuf Kaplan

Özbekistan keşifleri ve mükâşefeleri: Buhara, bizi çağırıyor… (2)

Aşk-ı Turkuaz ile Özbekistan’a yaptığımız unutulmaz seyahati Seyfullah Yiğit kardeşimin akıcı, düşünceye daldırıcı, tarihi keşfederken aslında kendimizi ve geleceğimizi keşfettirici tahayyül gücünden okumaya devam ediyoruz bugünkü yazıda da.

TARİH’E GİRMEK VE TARİHİ BUGÜNE GETİRMEK…

Urgenç’ten Hive’de yer alan hotelimize geçiyoruz… Biraz istirahat ettikten sonra açık müze gibi duran Hive’de seyahat etmeye başlıyoruz. Bu arada rehberimiz Yıldız kardeşin de heyecanı gidiyor, mahir bir rehber olduğunu hemen fark ediyoruz. Tabii Yusuf Hocamızın etkisiyle olsa gerek grup arasında çok çabuk bir ünsiyet oluşuyor. Tek bir vücut gibiyiz sanki. 

Tarihî bir şehir’e, şimdi içinden çıkıp gelen değil de sanki tarihin içinden çıkıp gelen ve tarihî bir şehir olduğu halde ruhunu kaybeden Hive’ye yeniden tarihteki ruhunu vermeye gelmiş gibiyiz… 

Böyle bir neşve hâli var üzerimizde.

Bu neşveyi henüz Hive’de yakalayabilmiş olmak çok güzeldi gerçekten. Çünkü bazen ruh ve beden aynı anda seyahat etmiyor. Beden olarak gittiğiniz yere ruh olarak gidemeyebiliyorsunuz. Biz Hive’deydik her birimiz ayrı ayrı ve yek vücut olarak… 

Tabii şehrin her tarafı tarihî eserlerle dolu. Oradan çıkıp oraya, şuradan çıkıp oraya gidip geliyoruz. Fotoğraflar çekiliyor. Güneşten yanıyoruz. Ama şikâyet etmiyoruz; derdimiz, ölü tarihi diriltip kendine getirerek yarınlarımızı inşa edecek bir hikâye inşa etmek çünkü.

Hive’de çok güzel bir Cuma namazı eda ediyoruz. Çok sade bir makamla ezan okunuyor. Çok sevdim ezanı. Hoca da çok sevmiş olmalı ki, videoya almamı söyledi. 

Tesbihat sonrasında cemaatin en yaşlısının dua etmesi dikkatimi çekti. Bunu şöyle yorumladım: En azından cami içinde en büyük olana değer verilerek Müslüman cemiyette yaşlıya, büyüğe verilen önem, hürmet bir şekilde diri tutulmuş oluyor. Ayrıca beli bükülmüş ihtiyarların öncülüğünde Allah’a(cc) niyazda bulunmak daha çok rahmete de vesile olurdu. 

 
Namaz sonrası yemeğe geçiyoruz… Yemek adları çok komik -bize göre tabii. “Mal göçtü” gibi adları var. Bize de muhabbet oldu. Mal göçtü, dana göçtü gibi…

İkindi namazımızı Cuma mescidinde kılıyoruz. Buralar on yıllarca Sovyet etkisinde kalmış. Bağımsızlıktan sonra bakir kalan bu bölgeler farklı kültürlerin tesirine açık hale gelmiş. Suud ve İran kültürlerinin etkisini görmek mümkün. Tesbihatlarda Suud etkisi, Cuma Mescidi adlandırması da İran etkisinin eseri. 

Ciddi bir dinamizm olduğunu ifade etmeliyim ancak bu dinamizmin sağlıklı bir şekilde harekete geçirilmesini mümkün kılacak, İslâmî duyarlılıkları gelişkin bir entelektüel kuşağın olmadığını da söylemeliyim. 
Şimdi şehrin kale kapısından girince Müslüman bir şehirde olması gereken o dokuyu; Peygamberden izler… görebiliyorsun. Ancak bunun farkında olmadan yaşayan insanlarca şehrin ölüme terkedildiğini şehre şehrin kimliğiyle baktığında da görebiliyorsun… işte bu çok hazin bir şey…
 
İZ’İN İZİNİ SÜRMEK…
Hive’de de yalnızdık yani… yapayalnız! Evet, bütün o güzel, içten yaklaşan insanlara rağmen yalnızdık. Çünkü onlar farkında olmadan içinde yaşadıkları şehirde, şehrin tarihi dokusunu korumalarına rağmen şehrin ruhunu hissetmeden yaşayan ve böylece şehri tarihe esir eden “yok-insanlar”dı. Aslında biz de tam olarak bunun için burada değil miydik? Tarihin yapıldığı yere yeniden tarih yapmak için tarihî bir seferdi gayemiz.
Cuma günü Hive’yi bitiremediğimiz için cumartesi günü de devam etmiştik sabahtan. Ancak cumartesi biraz daha farklı bir tarzla seyahat etmeye başladık. Elimde defter, kalem dolaşmaya ve grubumuzu bazen uzaktan temaşa ederek notlar almaya başladım. Benim meselem rehberin anlattıklarının tümüne dikkat kesilmek değildi. Asıl hikâyenin izini sürebilmekti meselemiz… az, öz bilgi ve daha çok tefekkür…

Pehlivan Mahmut’un kabir ziyaretine gitmedik Yusuf Hoca, İsrafil abi ve ben. Grubumuz heyecanla döndü oturduğumuz yere ve çok şey kaçırdığımızı söylediler. Oysa biz çok derin bir sohbet gerçekleştirmiştik. Fıtrî bir akışla gelen çok derin bir sohbet. Ağaç gölgesinde oturmuş, Hive’yle belki de ilk defa bu kadar yakın temas kurmuştu ruhlarımız, böyle bir hal ile muazzam bir sohbetti o sohbetimiz… Pehlivan Mahmut bizi anlayışla karşılayacaktı eğer sohbetimize iştirak edebilseydi. İnanın bunu Pehlivan Mahmut’tan duyar gibiyim: “Bu sohbetinize değdi dostlar… bizlerin de hayattayken yapmak istediği şey aslında bu ruhu, sizin oluşturduğunuz bu ruhu oluşturmaktı. Sizler bizlerin mirasçılarısınız…” derdi. Bizler de inşaallah âmin diyoruz.

 
Hive’de o ağacın gölgesinde üç boyutlu yaşayabilmenin mümkünlüğü üzerine sohbet ettik. Dünü, şimdiyi ve geleceği hep birlikte yaşayabilmek… Ancak bu şekilde Hive gibi kadim şehirlerimiz yaşayan ölü şehir olma durumundan kurtulabilirler. Hive’den ayrılırken, henüz kale kapısına varmadan şöyle düşündük. Necip Fazıl burayı görseydi muhtemelen tek bir şiirle Hive’yi ölümsüzleştirirdi. Üstat, sahip olduğu o aşkın ruh haliyle Hive’yi alır o tarihteki ruhuna girdirirdi şimdinin içinde…
BİZ HİVE’Yİ TERKETSEK DE, HİVE BİZİ TERKETMEZ!

Evet, şehrin girişindeyiz. Yine ayrılmak için. Bekliyoruz bu tarihî kadim şehir’e elveda demek için. Mustafa Hoca’yla Yusuf Hoca sohbet ediyor. Ben ise onların seslerinin verdiği dinginlikte şehrin kapısında şehre girenleri seyrediyorum şehrin tarihinde! Savaşlar… göçler… kervanlar… ile oluşan şehrin her anlamdaki zenginliği üzerine tefekkür ediyorum…

 
Şehrin kapısının sağında şehir surlarının önünde üç develik bir kervan. Başlarında kervancı başı. Ortadaki devenin üstünde bir adam, elinde kitap… okuyor mu? Yazıyor mu? Okuyor gibi… bu heykel kervan beni, tarihin bir kesitinde kendisine şu soruları soran birine/kendime götürdü! Ben kimim? Neredeyim? Burada mıyım? Hayır! Orada mıyım? Hayır! Yusuf Hocamın ifadesiyle, bizler üç zamanı da yaşıyoruz aynı ânda… üç zamanı da yaşayan ya da yaşamaya çalışan çilekeşler…

Hâlâ Hive’nin şehir kapısındayız. Şehrin girişinde oturan Yusuf Hocamın çaprazında bir ağaç gölgesine geçtim. Onu temaşa ediyorum ondan habersiz bir şekilde. Şu hisler döküldü kâğıda…

Harezm bölgesindeyiz. Bu güzel şehrin kapısında oturan ve bütün ümmetin sorunlarını omuzlayan adamın, kapısında tevazuyla gölgelendiği şehirdeyiz. Ben, seyyah Seyfullah, İslâm ümmetinin yükünü omuzuna almış adamın çaprazında çimenlerin üstünde bir ağaç gölgesindeyim. Büyük savaşçı, kalemi ve fikirleriyle ümmetin önünü açmak için savaşan Yusuf Kaplan’ı temaşa ediyorum. Onunla tarihe giren Müslümanları seyrediyorum. Şimdiden istikbale bir kapı açtık tıpkı kapısında durduğumuz Hive’ye açılan kapı gibi…

Hive’den Buhara’ya otobüsle geçeceğiz. Yaklaşık 6-7 saatlik bir yolculuk olacak. Yol boyunca da güzel anılar biriktirdik. Yine birçok not aldım yol boyunca. Şöyle diyerek Hive’den ayrılıyoruz: Biz Hiveniniz, Hive bizim. Biz Hive’yi terk etsek de Hive bizi terk etmez.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergebze.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.