birsan alüminyum
Yusuf Kaplan
Köşe Yazarı
Yusuf Kaplan
 

Özbekistan keşifleri ve mükâşefeleri: Buhara, bizi çağırıyor… (3)

Çok verimli geçen Aşk-ı Turkuaz’la yaptığımız Özbekistan seyahatimizi MTO’nun demirbaşlarından Seyfullah Yiğit kardeşimizin kaleminden paylaşmaya devam ediyorum…   BUHARA YOLLARI’NDA… Yine yollardayız. Buhara’ya doğru yol alıyoruz otobüsle. Vaktimiz dar. Programda görmemiz gereken birçok yer var. Ancak yine de çok rahatız. Uykusuz ve yorgunuz. Tüm bunlara rağmen anın içindeki güzellikleri yaşama derdindeyiz. Ne yiyeceğiz? Nerede kalacağız? Buraya yetişir miyiz? Bunlar umurumuzda değil. Akışa teslimiz, hamdolsun... İşte bu ruh hâli, birçok güzelliğe de tanıklık etmemize vesile oluyor. Turistik gezi yapmıyoruz biz; seyahat ediyoruz.  Buhara yolundayken düşünüyordum. Yine bir Yusuf Kaplan dersindeydik. Online ders olmasına rağmen ekrandan hocanın coşkusu bize sirayet ediyordu. Hoca başladı saymaya; Kudüs’te, Mekke’de, Buhara’da, Semerkant’ta, Endülüs’te ve Bosna’da bu dersleri MTO olarak yapacağız. Neden yapmayalım ki?  Kendi kendime şöyle diyordum o zamanlar: Hoca yine aşka geldi. Nasıl olacak? Buhara’da ders yapacağız? İyi de nasıl?  Evet, Buhara yolundaydık. Hayallerimizin dua niyetine kabulü için yollardaydık. Sorularımız cevaplanıyordu. Ve aslında hocamızın söylediklerinin gerçekleşebilir şeyler olduğuna tanıklık ediyorduk.    AMUDERYA NEHRİ KURUDU, MEDENİYET DURDU Buhara yolu üzerinde uzunca bir çöl var. Çöl üzerinde zamanında Kazakistan’dan gelen, kendine has birtakım özellikleri olan bir Türk kabilesi var: Karakalpaklar. Kara kalpak taktıkları için bu adı almışlar. Özerk bir cumhuriyet olarak yaşıyorlar. Bu kara kalpak üzerinden çok kaliteli şakalar yapıyoruz seyahatimiz boyunca.  Amuderya (Ceyhun) Nehri’nin yanında duruyoruz. Orta Asya’nın en büyük nehri. Geçtiğimiz yerde nehir, yer yer kurumuş. Suyu çok azalmış. Hocamız üzüldü. Üzülmemek elde değil. Buranın etrafında nice medeniyetler kurulmuştu. Nice canlar hayat bulmuştu. Ve şimdi Amuderya kuruyordu Buhara yolu üzerinde. Amuderya kurudu demişti rehberimiz nehri görür görmez. Amuderya kurumadı. Biz onu kuruttuk. Çünkü biz kurumuştuk. Onun bize/insanlığa yüzyıllarca vefayla sunduğu hizmetin /ab-ı hayatın kıymetini bilmeyip hor gördük. O bahşedilen hayatla hayat olup hayat sunamadık birbirimize. Tükettik. Tükettik. Tükettik ve tükendik. Amuderya’nın hüznünü alıp yola devam ettik çöl içinde. Necip Fazıl’ın Çöle İnen Nur kitabı geldi aklıma. Ne güzel bir başlık. Hüznümü bu kitapla dağıtmaya çalıştım. Öyle bir nur ki, bütün nurların, bütün güzelliklerin, iyilik adına ne varsa hepsinin membaı. Kurumaya yüz tutan nehri dahi yeniden coşturabilecek bir nur… Kuru çöl deyip geçmemek lazım.  Hakikaten çok manidar değil mi Efendimiz(asm) ile özelde Arabistan çöllerinin genelde bütün yerküre ve âlemlerin nurlara gark edilişi… bütün hikâyenin çöl üzerinden başlaması garip değil mi? Zemzem suyunun fışkırtılması gibi… Mutlak Kudret, isterse kupkuru çölüne indirir tüm âlemleri nurlara gark edecek Hz. Muhammed Mustafa’yı(asm).   ÇÖLÜN SIRLARI VE ANLAMLARI Çöl, her şeyiyle sırlarla dolu…  Çölün dilini, kumunu, bitkisini, hayvanını bilen, duyan, yaşayan nice erenimiz çöl inzivasıyla ermedi mi ermeleri mukadder olan sırlara…  Ey çöl! Ne kadar da sessiz duruyorsun!  Deniz, modern dünyada hep daha çok cazibedâr gösterilmiştir. Oysa dağ ve çöl çok daha caziptir mânâ âleminin sırlarına vakıf olanlar için. Özbekistan’da Medeniyet Yolculuğu yapmıyoruz sadece. Burada, evet şu anda, bu çöl üzerinde, her ne kadar otobüsle yolculuk yapsak da çölü gören gözlerimizle eş anlı olarak ruhlarımız da çöle temas ediyor. Böylece Çöle İnen Nurun izini sürüyoruz… Çöl üzerinden, çölle çakışan benlerimizle itiraf ediyoruz. Çölüz. Kurağız. Susuzuz. Çünkü kendimizden uzaklaştık.  Ey çöl! Sana inen nurla yeniden kendimize ulaşmak istiyoruz. Bunun için, evet, evet aslında tam olarak bunun için buradayız ve her yerde de bunun için olmalıyız. Çöl, bizi bizden aldı. Buhara’ya hâlâ gelemediğimi fark ettiniz mi kıymetli okuyucular…?  Yemek ve namaz için bir yerde duruyoruz. Siparişlerimizi beklerken hocamız önemli şeyler söylüyor. Onları kendimce not aldım. Buyurun lütfen… Amuderya (Ceyhun) Nehri, 1576’ya kadar Hazar’a akıyor, Harezm bölgesini âbâd ediyor… Sonra nehir yatağı değişiyor, Aral Gölü’ne akıyor ve kurumaya başlıyor... Büyük medeniyetler, nehirler etrafında şekilleniyor. Nil Nehri, Fırat ve Dicle Nehirleri, Ganj ve Çin’i sulayan nehirler... Ekmek, Buhara’da kutsal kabul ediliyor. Bu çok önemli bir şey. Yani; Anâsır-ı Erbaa’nın bulunduğu, kaynaştığı “yer”dir ekmek: Hava, ateş, su toprağın buluştuğu noktadır! Biz ekmeğin mânâsından uzaklaştık. Böylece varlığın özünden de uzaklaştık. Bu unsurlar ne kadar azalsa, biz de özümüzden eksiliyor, azalıyoruz. Bu sohbet, Sarmoy Çayhanesi (Özbekler, lokantaya çayhane diyorlar) gerçekleşti.   Sekülerleşen beşer, ekmeğin dolayısıyla mânânın anlamından da uzaklaşacak’tı doğal olarak. Böylece ekmeği israf edecek. Dünyadaki milyarlarca aç insana rağmen ekmeğini israf edecek. İsrafın bereketi kaçırdığını falan da umursamayacak. Çünkü bereket kavramı, helal harama dikkat etmeyen modern insanın istatik verilerine kurban edileli çok oldu! Bereketi yok sayan da huzurdan uzaklaşacak! Huzur nerede mi? Berekette demek yanlış olmasa gerek…   VE NİHAYET BUHARA’DAYIZ: HUZUR’DA…  Ve nihayet Buhara’dayız. Benim için anlam dolu, ruh dolu uzun bir yolculuktan sonra Buhara’ya varıyoruz. İlk durağımız, tabiî ki, şehrin manevî sultanı Şah-ı Nakşıbend Hazretleri’ne olacak’tı.  Güzel meyve bahçeleriyle dolu Buhara. Verimli bir şehir olduğu hemen belli oluyor. Bu görünen verimlilikten daha fazlası şehrin görünmeyen manevî verimliliğinde. Görünmeyen dediysek de, aslında, göremeyenler için görünmeyen.  Şöyle bir şey de olabilir: Bu maddî verimlilik bir tuzak! Buraya takılan, bunu kendine bir perde yapabilir! Ancak burayı aşan, burayla hakîkî nimet vereni bulan, bu nazarla şehrin manevî sultanının, Buhara’ya nasıl asırlardan bu yana benzersiz bir mânâ, lezîz bir manevî hava nakşettiğini de görebilir. Böylece asıl verimliliğin kaynağına dikkat kesilir. Nakşibendî tarikatının pîrine gitmek üzereyken babamın mesajını gördüm. Duasını yazmıştı. Kendisini aramamı söylüyordu. Yazı dizisinin başında gönüller sultanının yani Buhara’nın bizi nasıl çağırdığına değinmiştim. İşte davete, o mübarek davete icabet ediyorduk. Yoldaydık. Yolun gayesine yolun ortasında varıyorduk. Ancak yol da zaten burası içindi! Ve bir hayat boyu yol olabilmek için; bize gelen, çöle inen nuru, en güzel şekilde alıp yüz milyonlarca insanın hidayetine, tekamülüne vesile olan ve aslında yolun kendisi olmayı da başaran, -hem de ne yol…- büyük mürşid Şeyh Muhammed Behâüddîn Şâh-ı Nakşibend Hz. ziyarete gidiyorduk…  
Ekleme Tarihi: 31 Ağustos 2023 - Perşembe
Yusuf Kaplan

Özbekistan keşifleri ve mükâşefeleri: Buhara, bizi çağırıyor… (3)

Çok verimli geçen Aşk-ı Turkuaz’la yaptığımız Özbekistan seyahatimizi MTO’nun demirbaşlarından Seyfullah Yiğit kardeşimizin kaleminden paylaşmaya devam ediyorum…

 

BUHARA YOLLARI’NDA…
Yine yollardayız. Buhara’ya doğru yol alıyoruz otobüsle. Vaktimiz dar. Programda görmemiz gereken birçok yer var. Ancak yine de çok rahatız. Uykusuz ve yorgunuz. Tüm bunlara rağmen anın içindeki güzellikleri yaşama derdindeyiz. Ne yiyeceğiz? Nerede kalacağız? Buraya yetişir miyiz? Bunlar umurumuzda değil. Akışa teslimiz, hamdolsun... İşte bu ruh hâli, birçok güzelliğe de tanıklık etmemize vesile oluyor. Turistik gezi yapmıyoruz biz; seyahat ediyoruz. 

Buhara yolundayken düşünüyordum. Yine bir Yusuf Kaplan dersindeydik. Online ders olmasına rağmen ekrandan hocanın coşkusu bize sirayet ediyordu. Hoca başladı saymaya; Kudüs’te, Mekke’de, Buhara’da, Semerkant’ta, Endülüs’te ve Bosna’da bu dersleri MTO olarak yapacağız. Neden yapmayalım ki? 

Kendi kendime şöyle diyordum o zamanlar: Hoca yine aşka geldi. Nasıl olacak? Buhara’da ders yapacağız? İyi de nasıl? 

Evet, Buhara yolundaydık. Hayallerimizin dua niyetine kabulü için yollardaydık. Sorularımız cevaplanıyordu. Ve aslında hocamızın söylediklerinin gerçekleşebilir şeyler olduğuna tanıklık ediyorduk. 

 

AMUDERYA NEHRİ KURUDU, MEDENİYET DURDU
Buhara yolu üzerinde uzunca bir çöl var. Çöl üzerinde zamanında Kazakistan’dan gelen, kendine has birtakım özellikleri olan bir Türk kabilesi var: Karakalpaklar. Kara kalpak taktıkları için bu adı almışlar. Özerk bir cumhuriyet olarak yaşıyorlar. Bu kara kalpak üzerinden çok kaliteli şakalar yapıyoruz seyahatimiz boyunca. 

Amuderya (Ceyhun) Nehri’nin yanında duruyoruz. Orta Asya’nın en büyük nehri. Geçtiğimiz yerde nehir, yer yer kurumuş. Suyu çok azalmış. Hocamız üzüldü. Üzülmemek elde değil. Buranın etrafında nice medeniyetler kurulmuştu. Nice canlar hayat bulmuştu. Ve şimdi Amuderya kuruyordu Buhara yolu üzerinde.

Amuderya kurudu demişti rehberimiz nehri görür görmez. Amuderya kurumadı. Biz onu kuruttuk. Çünkü biz kurumuştuk. Onun bize/insanlığa yüzyıllarca vefayla sunduğu hizmetin /ab-ı hayatın kıymetini bilmeyip hor gördük. O bahşedilen hayatla hayat olup hayat sunamadık birbirimize. Tükettik. Tükettik. Tükettik ve tükendik.
Amuderya’nın hüznünü alıp yola devam ettik çöl içinde. Necip Fazıl’ın Çöle İnen Nur kitabı geldi aklıma. Ne güzel bir başlık. Hüznümü bu kitapla dağıtmaya çalıştım. Öyle bir nur ki, bütün nurların, bütün güzelliklerin, iyilik adına ne varsa hepsinin membaı. Kurumaya yüz tutan nehri dahi yeniden coşturabilecek bir nur… Kuru çöl deyip geçmemek lazım. 
Hakikaten çok manidar değil mi Efendimiz(asm) ile özelde Arabistan çöllerinin genelde bütün yerküre ve âlemlerin nurlara gark edilişi… bütün hikâyenin çöl üzerinden başlaması garip değil mi? Zemzem suyunun fışkırtılması gibi… Mutlak Kudret, isterse kupkuru çölüne indirir tüm âlemleri nurlara gark edecek Hz. Muhammed Mustafa’yı(asm).

 

ÇÖLÜN SIRLARI VE ANLAMLARI

Çöl, her şeyiyle sırlarla dolu… 

Çölün dilini, kumunu, bitkisini, hayvanını bilen, duyan, yaşayan nice erenimiz çöl inzivasıyla ermedi mi ermeleri mukadder olan sırlara… 

Ey çöl! Ne kadar da sessiz duruyorsun! 

Deniz, modern dünyada hep daha çok cazibedâr gösterilmiştir. Oysa dağ ve çöl çok daha caziptir mânâ âleminin sırlarına vakıf olanlar için.

Özbekistan’da Medeniyet Yolculuğu yapmıyoruz sadece. Burada, evet şu anda, bu çöl üzerinde, her ne kadar otobüsle yolculuk yapsak da çölü gören gözlerimizle eş anlı olarak ruhlarımız da çöle temas ediyor. Böylece Çöle İnen Nurun izini sürüyoruz… Çöl üzerinden, çölle çakışan benlerimizle itiraf ediyoruz. Çölüz. Kurağız. Susuzuz. Çünkü kendimizden uzaklaştık. 

Ey çöl! Sana inen nurla yeniden kendimize ulaşmak istiyoruz. Bunun için, evet, evet aslında tam olarak bunun için buradayız ve her yerde de bunun için olmalıyız. Çöl, bizi bizden aldı. Buhara’ya hâlâ gelemediğimi fark ettiniz mi kıymetli okuyucular…? 

Yemek ve namaz için bir yerde duruyoruz. Siparişlerimizi beklerken hocamız önemli şeyler söylüyor. Onları kendimce not aldım. Buyurun lütfen…

Amuderya (Ceyhun) Nehri, 1576’ya kadar Hazar’a akıyor, Harezm bölgesini âbâd ediyor… Sonra nehir yatağı değişiyor, Aral Gölü’ne akıyor ve kurumaya başlıyor... Büyük medeniyetler, nehirler etrafında şekilleniyor. Nil Nehri, Fırat ve Dicle Nehirleri, Ganj ve Çin’i sulayan nehirler... Ekmek, Buhara’da kutsal kabul ediliyor. Bu çok önemli bir şey. Yani; Anâsır-ı Erbaa’nın bulunduğu, kaynaştığı “yer”dir ekmek: Hava, ateş, su toprağın buluştuğu noktadır! Biz ekmeğin mânâsından uzaklaştık. Böylece varlığın özünden de uzaklaştık. Bu unsurlar ne kadar azalsa, biz de özümüzden eksiliyor, azalıyoruz. Bu sohbet, Sarmoy Çayhanesi (Özbekler, lokantaya çayhane diyorlar) gerçekleşti.

 

Sekülerleşen beşer, ekmeğin dolayısıyla mânânın anlamından da uzaklaşacak’tı doğal olarak. Böylece ekmeği israf edecek. Dünyadaki milyarlarca aç insana rağmen ekmeğini israf edecek. İsrafın bereketi kaçırdığını falan da umursamayacak. Çünkü bereket kavramı, helal harama dikkat etmeyen modern insanın istatik verilerine kurban edileli çok oldu! Bereketi yok sayan da huzurdan uzaklaşacak! Huzur nerede mi? Berekette demek yanlış olmasa gerek…

 

VE NİHAYET BUHARA’DAYIZ: HUZUR’DA… 
Ve nihayet Buhara’dayız. Benim için anlam dolu, ruh dolu uzun bir yolculuktan sonra Buhara’ya varıyoruz. İlk durağımız, tabiî ki, şehrin manevî sultanı Şah-ı Nakşıbend Hazretleri’ne olacak’tı. 
Güzel meyve bahçeleriyle dolu Buhara. Verimli bir şehir olduğu hemen belli oluyor. Bu görünen verimlilikten daha fazlası şehrin görünmeyen manevî verimliliğinde. Görünmeyen dediysek de, aslında, göremeyenler için görünmeyen. 
Şöyle bir şey de olabilir: Bu maddî verimlilik bir tuzak! Buraya takılan, bunu kendine bir perde yapabilir! Ancak burayı aşan, burayla hakîkî nimet vereni bulan, bu nazarla şehrin manevî sultanının, Buhara’ya nasıl asırlardan bu yana benzersiz bir mânâ, lezîz bir manevî hava nakşettiğini de görebilir. Böylece asıl verimliliğin kaynağına dikkat kesilir.
Nakşibendî tarikatının pîrine gitmek üzereyken babamın mesajını gördüm. Duasını yazmıştı. Kendisini aramamı söylüyordu. Yazı dizisinin başında gönüller sultanının yani Buhara’nın bizi nasıl çağırdığına değinmiştim. İşte davete, o mübarek davete icabet ediyorduk. Yoldaydık. Yolun gayesine yolun ortasında varıyorduk. Ancak yol da zaten burası içindi! Ve bir hayat boyu yol olabilmek için; bize gelen, çöle inen nuru, en güzel şekilde alıp yüz milyonlarca insanın hidayetine, tekamülüne vesile olan ve aslında yolun kendisi olmayı da başaran, -hem de ne yol…- büyük mürşid Şeyh Muhammed Behâüddîn Şâh-ı Nakşibend Hz. ziyarete gidiyorduk…
 
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve habergebze.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.